Can Dündar
Bavulları hep toplu durmali insanın...
Bir gün telefonların hiç çalmayabileceği hesaplanmalı...
Tül perde arkasından misafir yolu gözlemekten vazgeçmeli..
Ihanetlere, terkedilmelere, bir başına bırakılmalara hazırıklı olmalı...
Yalnızlığa alışmalı ...
Çünkü “omuz omuza” günlerin vakti geçti.
Dayanışma, günümüzün borsasinin değer kaybeden hisse senetlerinden biri artık...
Bireyin keşif çağı, geride kırık dökük yalnızlılklar bıraktı.
Terörün bile bireyselleştiği çağdayız.
Zaman, birlikten kuvvet doğurma zamanı değil;
Zaman, tek basina dimdik ayakta kalabilmeyi becerme zamanıdır...
Işte o yüzden alışmalı yalnızlığa...
Sokaklar dolusu ıssızlıkla başbaşa yaşamayı göze almalı insan...
Güvendiği dağlardaki karlara bakıp ders çıkarmalı...
Hüzünlü bir şarkıyla paylaşılan gecelerde
başını dayayacak bir omuz arama huylarından vazgeçmeli...
Sofrada tek tabağa, tabakta az yemeğe alışmalı...
Romanlardan, yalnızlığa yücelten paragraflar aşmalı evin en görünür duvarlarına...
“Yalnızlık paylaşılmaz/Paylaşılsa yalnızlık olmaz” Dizeleriyle başlamalı güne...
Telesekretere “Şu anda size cevap verebilecek kimse yok! ” denmeli,
“Belkide hiç olmayacak...”
cevapsızlığa, sessizliğe ısınmalı...
Oysa sessizlik haksızlığa alkıştır. Haklılığın onuru yaşatır insanı...
Susmanin utancı öldürür...
O yüzden en sessiz gecelerde “Doğruydu, yaptım” la teselli bulmalı insan.
Feryada komşuların yetişmemesine,
Soğuk duvar diplerinde sessizce ağlaşmaya alışmalı...
Kendiyle hesaplaşmaya çalışmalı...
Gece yastıkla ağlaşmaya, sabah aynayla gülüşmeye,
Kendiyle hüzünlenip, kendiyle keyiflenmeye hazır olmalı...
Hep başını alıp gidebilecek kadar cesur, Ama hep kalıp savaşacak kadar gözüpek olabilmeli...
Sessizliği, sese dönüştürebilmeli...
Ve sırt çantasını her daim hazır tutmalı insan...
Yollarla barışmalı...
Yalnızlığa alışmalı...
CAN DÜNDAR
Kelimeler eksik, kelimeler yaralı.
Kelimeler cılız.
Taşımıyor, anlatmıyor, tanımlamıyor bu duyguyu.
Ben de...
Çok başka bir şey.
Sevginin ortasında, derin acılar hisseder mi insan?
Aydınlık gülümsemelerin içine, hüznü yerleştirir mi durup dururken?
Gözlerine buğu, diline sitem, yüreğine burukluk, çöreklenir kalır mı asırlarca?
Gelmeyeceğini bildiği mektup için, posta kutusunu hep aynı heyecanla açar mı?
Dedim ya, başka bir şey bu.
Ne kadar yalnızsam, o kadar seninleyim şu günlerde.
Belki de en basta, tutup seni en derinlere koydum diye oldu bunlar.
Kimseler ulaşmasın diye, kimselerin bilmediği, bulamayacağı yollara götürdüm seni.
En derinlerde tuttum.
Bana sakladım.
Derine, hep daha derine...
Seni yapayalnız, bir tek bana bıraktım.
Paylaşamadım
Yanlış yaptım.
Sana ulasan yolları kaybettim diye bütün bu şaşkınlıklar.
Kendimi oradan oraya vurmam.
Sağımda, solumda, ne zaman dikildiğini bilmediğim duvarlara çarpmam, hiç görmediğim çukurlarla boğuşmam.
Denizlerin, gürültüyle gelip vurduğu dehlizlerin, acılı duvarları gibiyim.
Duvarlarım yosunlu, duvarlarım kaygan, duvarlarımdan hiç tükenmeyen sular sızıyor.
Tutunamıyorum.
Renklerim, gün içinde değişiyor.
Soluyorum, soğuyorum.
Güneş ulaşmıyor içerilerime.
Küfleniyorum,yaşlanıyorum.
Yalnızlıklar peşimde.
Dokunduğum her ıslak duvardan, pis kokulu bir yalnızlık bulaşıyor üstüme.
Yapış yapış, vıcık vıcık bir yalnızlık bu.
Biliyorum, bütün bunlar, hep benim suçum.
Seni sakladığım yere ulaşamaz oldum.
Yollar, gitgide uzadı ve karıştı.
Ümidimi ısıtacak, parlatacak, kımıldatacak bir şeylere ihtiyacım var.
Ah onun ne olduğunu biliyorum.
Sonu sana geliyor her cümlenin.
Her şeyin başında, içinde ve sonundasın.
Bu değişmiyor öyle içimsin ki.
Birden aklıma geldi, tuttum sana bir mektup yazdım dün. Çok mutluydum...
Gün içinde neler yaptığımı, nelere kızıp, nelerle mutlu olduğumu, tek tek anlattım.
Mevsimlerin ve insanların nasıl karışık ve beklenmedik olduklarını yazdım
"Yine zamansız yağmurlar" dedim,
"Daha önce, hiç bu kadar zayıf değildi güneş ışınları" dedim,
"Gerçekten buradaki şarkıları hiç öğrenmeyecek, bilmeyecek, söylemeyecek misin?" dedim.
Çok uzun bir mektup oldu..
Başından sonuna kadar okudum da.
Neler yazmışım diye merakımdan.
Sonra çekmecemden bir zarf çıkarıp,
Adını yazdım.
Büyük harflerle, yalnızca adını.
Adresini bilsem gönderir miydim, bilmiyorum.
Mektup cebimde.
Cebim yüreğime yakın.
Yüreğim sende.
Sen yüreğime yakın.
Öyleyse mektup sende.
Bu kadar içimdesin iste.
Can DÜNDAR
Herkes bir arayis içinde, ama hiç kimse ne aradigini bilmiyor. Saniyoruz ki çok paramiz, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamiz olunca biz de çok mutlu olacagiz.
Hadi maddeciligi bir kenara birakalim; niye herkes asktan sikayetçi?
Çevremiz de kaç kisinin ask hayati iyi gidiyor? Eminim parmakla sayilacak kadar azdir. Ve eminim hiç kimse yanlisin nerede oldugunu da bulamiyordur.
Ben ten uyusmasi kadar ruh uyusmasinin önemine inanirim. Hatta insanlarin es ruhlarinin olduguna bile inanirim. Ama ruhlari olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyusabilir ki? Evet, önce göz görür fakat ancak ruh sever. Ayrica ruhumuz olmadan es ruhumuzu bulmak gibi bir sansimiz
olmadigina da eminim... Iste bu yüzden içimiz de sürekli bir eksiklik duygusuyla yasiyoruz hepimiz, iste bu yüzden sürekli duvarlara çarpip çarpip kendimizi kanatiyoruz ve iste bu yüzden mutlulugu bir türlü yakalayamiyoruz...
Gerçekte hiz çaginda yasiyoruz. Her sey o kadar hizli geçiyor ki, ne ise, ne arkadaslarimiza, ne ailemize, ne çocugumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmiyor. Akrep ve yelkovanla yaris halindeyiz. Bu yüzden bütün iliskiler yarim yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük.
Sevmeye bile vaktimiz yok bizim.
Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasiyla yararlaniyoruz. Ne çamasir yikiyoruz ne de bulasik, çayimizi kahvemizi makineler yapiyor. Islerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz. Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanin bir ucuna tasiyor. Hatta artik gitmeye bile gerek yok, internetle dünya elimizin altinda. Ama yine de vaktimiz yok iste! Bence doganin kara bir laneti Biz ondan uzaklastikça, o da bizden bütün zamanlari çaliyor.
Milan Kundera "yavaslik" adli kitabinda; "yavaslik hep
aldatir,hizlilik Ise unutturur" diyor. Telefon hizlilik mesela,
konusulanlari, söylenenleri unutturur. Mektupsa yavaslik, hep vardir ve hep hatirlatir. Evet freni patlamis kamyon gibi yasamanin hiç anlami yok.
Ayagimizi gazdan yavas yavas çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetismesini bekleyelim artik.
Aceleye ne gerek var?
Hayat yalniz biz izin verdigimiz gibi geçer. Iyi ya da kötü hizli ya da yavas...
Her sey bizim elimizde, sevgi de, ask da, basari da. Ama ancak kendi ruhumuzla bulustugumuzda...
Can DÜNDAR
O'nu hatırladıkta başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz... ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz... ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin... O'nunlayken pervaneleşen yelkovanlar, O'nsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain...
sınıfta, büroda, yolda, yatakta içiniz içinize sığmıyor, O'ndan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa,
ve O, her durduğunuz yerde duruyor,
her baktığınız yerden size bakıyor, siz keyiflendikçe gülüp,
hüzünlendikçe ağlıyorsa...
dünyanın en güzel yeri O'nun yaşadığı yer, en güzel kokusu
bedenindeki ter, en dayanılmaz duygusu gözlerindeki kederse...
hayat O'nunla güzel ve onsuz müptezelse... elmalar pembe, kiremitler pembe, gökyüzü, yeryüzü,
O'nun yüzü pembeyse, kışlar ilkbaharsa, yazlar ilkbahar, güzler ilkbahar...
her şiirde anlatılan O'ysa... her filmin kahramanı O...
her roman O'ndan söz ediyor, her çiçek O'nu açıyorsa...
bir anlık ayrılık, bir ömür gibi geliyor ve gider gitmez
özlem saç diplerinizden çekiştirip beyninizi acıtıyorsa,
iştahınız kapanıyor, iştahınız açılıyor, iştahınız şaşırıyorsa...
iştahınız, hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa...
eliniz telefonda yaşıyor, işaret parmağınızla ha bire O'nu tuşluyor, dara düştüğünüzde kapıyı çalanın
O olduğunu adınız gibi biliyorsanız... mütemadi bir sarhoşluk halinde, her çalan telefona O diye atlıyor, vitrindeki her giysiyi O'na yakıştırıyor, konuşan birini dinlerken "keşke O anlatsa" diye iç geçiriyorsanız...
kokusu burnunuzdan, sureti gözünüzden, sesi kulağınızdan, teni aklınızdan silinmiyorsa bir türlü...
özlemi, sol memenizin altında tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsanız gün boyu...
hem kimseler duymasın, hem cümle alem bilsin istiyorsanız...
O'nsuz geceler ıssız, sokaklar öksüzse... ayrılık ölüme,
vuslat sehere denkse...
gamze gamze tebessüm de onun içinse, alev alev öfke de;
bunca tavır, onca sabır ve nihayetsiz kahır hep O'nun yüzü suyu hürmetine...
uğruna ödenmeyecek bedel, gidilmeyecek yol, vazgeçilmeyecek konfor yoksa...
dışarıda yer yerinden oynuyor ve "içeri"de bu sizi zerrece ilgilendirmiyorsa, nedensiz küsüyor, sebepsiz affediyorsanız ve bütün bu hallerinize siz bile akıl erdiremiyorsanız kaybetme korkusu, kavuşma sevincinden ağır basıyorsa ve aşk, gurura baskın çıkıyorsa bu yüzden her daim... gece yarısı kadim bir dost gibi kucaklayan tanıdık bir şarkı,
bütün acı sözleri unutturmaya yetiyorsa...
Her gidişte ayaklarınız "Geri dön" diye yalpalıyorsa ve siz kendinize rağmen dönüyorsanız,
sınırsız, sabırsız, doyumsuz bir tutkuyla...
...o halde bugün sizin gününüz!..
"Çok yaşa"yın ve de "siz de görün"üz.
Can DÜNDAR